Küller, her tarafı kaplamış. Her nefeste genzimi yakan iğrenç bir kurum bulutu, beraberinde yanmış cesetlerle olağan dışı bir şeyi resmediyordu. Neler olmuştu? bütün bu küller ve ardında kalanlar..
Açıkçası buna cevap bulmakla uğraşacak değildim. Uzun bir yoldan geliyordum ve önceliklerim arasında midemi iyi pişmiş kırmızı etle ödüllendirmek ve üstüne buz gibi bir elma şarabı devirmek vardı. Lakin, aştığım o dar patikayı bitirir bitirmez karşıma çıkan bu yanmış alanı ve ziyan olmuş bedenleri uzun süre unutamayabilirdim.
Alevlerden arda kalan yas dolu bir sessizlik ve harcanmış insan bedenleriydi. Uzaklaşmak için dikkatle etrafından dolandığım sırada bulutların ardından sarkan güneşe yakalanan bir cisim parlayarak son anda dikkatimi çekti. Bu diyarlarda bu gibi ölüm dolu sahneleri karşılamayı umduğumdan aşırı bir tepki göstermeden uzaklaşmam olağandı. Lakin merak her daim insanı alt ederdi, kadavraların üstüne basmadan yaklaştığım nesne gümüşi bir parlaklıkla parıldayan madeni bir cisimdi.
Elime aldığımda vücudumu saran ve irkilerek topuklarımın üstüne gelmeme neden olan korkunç bir elektriklenme hissi yaşadım. Aniden beni saran korku ve panik olmuştu. Üşüyor ve zihnimin kuruntuları arasında etrafıma bakınıyordum. Kurumların hala havada sessizce uçuştuğu o bölgeden elimi sıkı sıkıya kapadığım gümüşi cisimle uzaklaştım. Muhtemelen bir kaç saat sonra nihayet kendimi acıyan boğazım ve tükenmiş ciğerlerimle daha huzurlu bir ormanda seyrederken buldum.
Orman cıvıldayan kuşlar ve birbirine sarılmış sık bitki örtüsüyle yılın bu mevsiminde bile kendi dünyasında yaşayan mutlu bir ihtiyar gibi fazlasıyla sıcaktı. Onu ürkütücü kılan gecenin örtüsü olmalıydı. Saat erken sayılırdı ve az evvel unutmayı tercih ettiğim görüntünün kırıntıları zihnimden bir türlü silinmiyordu.
Sırtımı ormanın ortasından geçen yoldan görünmeyen daha arkalarda bir ağaca dayadım. Avcumun içindeki gümüş renkli parça şimdi çok netti. Elimi çok sıkmamdan beyazlaşan parmaklarım sakinleşmemle birlikte cismi incelememe fırsat tanıdı.
Zihnim onu çılgınca keşfetmek istiyor ama ruhum onunla temasımı reddediyor gibiydi. İki zıt kardeşin çekişmesi gibi gidip geliyordum. Nihayetinde insanın zayıf dürtüsüne yenilen taraf galip çıkmış ve ben nesneye teslim olmuştum. Şekli, Oval formda bir pırlantanın yuvarlak gümüş cismin tam ortasına sabitlendiği ve etrafında yılankavi desenlerin kıvrılarak pırlantanın çevresinde döndüğü yuvarlak broşumsu birşeydi. Oval kesimli pırlanta işaret parmağının yarısı uzunluğunda ve baş parmağın eklemi genişliğindeydi. Bu da satılmaya kalkılsa beni bir ömür rahat yaşatabilecek paracıklar demekti. Ancak kendimi tanıdığım kadar insanları da tanırdım. Böylesi bir parçayı kimse satın almak istemezdi. Ne paraları yeter, ne de vermek isterlerdi..
Ormanın derinliklerinde sezgilerimin ötesinde bazı şeyler hissediyordum, sicim gibi sık örülmüş avcı ağına çarpan kuşlar gibi duyularıma yakalanıyorlardı. Algılarım arttıkça duyumsadığım boyutlar çeşitleniyordu. Midem bulanmaya ve etrafımdaki huzur dolu yeşili buğulu görmeye başladığımı hatırlıyorum. Merakın zihnimde kapladığı yer beni diri tutuyor olalıydı. Başından beri merakımdan kaynaklanan zayıflıktan beslenmişti.. Muhtemelen beni hayatta tutan ve şimdiye kadar yerlerde sürünmeden yaşayabilmemi sağlamış adrenalini damarlarıma cömertçe sunuyordu.
Nefesimi düzenli tutarak bedenime sakinleşmesi ve mevcut koşullara uyum sağlama dürtüsünü göndermeyi deniyordum. Hisler, duyumlar artık daha katlanabilir seviyelere inmişti ve henüz çok yabancı olduğum bu algı perdesi beni uzun süre etkileyecek gibi görünüyordu.
Gümüş sikke formunun üstündeki pırlantanın şekli var olan formunun çok ötesinde bir auranın varlığını fısıldıyordu. Efsunlu nesnenin pençesinde hatırlayabildiğim kadarıyla aklımda kalmıştı. Ona bakmaya karar verdiğim andan sonra gözlerim kararmış ve vücudum çılgınca kontrol edemediğim bir güçle dolmaya başlamıştı. Beni kullanıyor muydu?
Geç olmadan ayaklandığımı ve yakınlarda, ateş tüten zulaya gizlenmiş bir kamp alanına seğirttiğimi fark ettim. Bu olanlar, irademe doğrudan tecavüz ve kontrol demekti..
İçeride, tiz çığlığımsı seslerle anlaşan, aslında daha çok tartışan vahşi canlıların varlığını duyumsadım. Katil soğukkanlılığıyla yürüdüğümü, ağaçların içindeki minik kamp alanına ilerlerken yüzüme değen çalıların bıraktığı çizikleri hatırlıyorum. Sonrası yine derin bir fısıltıyla geçen bilinçsiz dakikalar..
Yeniden ayıldığımda etrafımda yerde yatan bir düzine goblini acımasızca katlettiğimi ve kullandığım keskin kenarlı kılıcımın tuzla buz olduğunu gördüm. Ayaklarımın tam dibinde goblin şefinin çaputlarına sakladığı bezlerle örtünmüş başka bir uzun kılıcın durduğunu gördüm. Ona karşı dayanılmaz bir merakla uzanma arzusunu yaşamadan edemedim.
Mükemmel işçiliği, boydan boya uzanan kan oluğu ve yine gümüş renkli çeliğiyle hasret kaldığım silahı bana sunmuştu. Kavrayışın verdiği güven ve eldeyken bilekten çıkabilecek ani manevralara uygun dövülmüş mükemmel çizimiyle benim saldırı stilimi geliştirebileceğim bir şeye benziyordu. Onu saygıyla selamladıktan sonra ona yaraşmayan emektar kılıç kınıma soktum.
Kimsenin zoruna gitmemeliydi öyle ya, beslendiğim yiyecekler, yattığım yerler, üstüme bulanan muhtelif pislikler göz önüne alınsa, yılmadan sırf "özgür" olmak pahasına atlattığım badireler de hesaba katılırsa bunların olmasına şaşırmıyor hatta ilginç ve kolay olmayan ödüllendirmeler olarak yorumluyordum.
Kanlar içindeki goblinlerin üstlerini taradım ve yağmacı olduklarına karar verdim. Çalıntı mallara ilgi göstersem bile yadigar değeri taşıyacak nesnelere el uzatmışlığım pek yok. Korundukları ve manevi anlamları olabilme olasılığı şevkimi kırmıştır hep. Eh, nesnenin bana yaptırdıklarına bakarsak en azından şimdilik tahminlere varabilirdim.
Goblinler ayık kafamla teşhis ettiğim kadarıyla zaten eski yaralara sahipti ve nesnenin sahibi onların işbirliği, belki efendileri eliyle öldürülmüş olabilirdi. Başlattığım kan şöleni.. Bu da nesnenin intikamı mıydı? Kulağa anlatılan hikayeler gibi gelse de onun gümüş çemberin üstündeki eşsiz varlığı da bir hikaye gibi değil miydi? Onu alt etmeli ve kendimdeyken ona yenilmeden derinliklerine inecek planlar kurmalıydım. Kulağa gülünç geldiği aşikardı..
Ormanın derinliklerini arşınladıktan sonra geniş serin vadilerden esen rüzgarların rahatlatan ferahlığına bıraktım kendimi.. Ben bunun için yaşıyordum, özgür olmak. Özgürlüğü kanımın her zerresinde hissetmek için.. Öte yandan ait olmak. Varlığımın her hücresiyle ait olmak.. Mesele ait olacağım şeyin beni kendi sınırları içinde özgür kılmasıydı. Sanırım hayat, bunu yaşadığın anda gerçek manasına kavuşacaktı.
Şimdiyse önümde kocaman bir şehir uzanıyor ve ayaklarım nasıl geldiğimi bilmediğim bu şehre girmemi buyuruyordu. Zayıf zihnimse ona diretiyor ve içimdeki karanlık bununla eğleniyordu.
Bu topraklara varmamdaki asıl sebep beni kendine buldurmuştu.
Bulaşacak pislik arıyordum ve büyük birtanesi beni kendine çekmişti. Şikayet edemezdim.
Karanlık ruhuma bulaşmıştı ve ben bilinmezliğe gülümsüyordum..