Aralıksız bir rüzgar boydan boya süpürürken geniş vadileri.
Çölden haberleri var gelenlerin.
Yağmura hasret kalmış aşıklar gibi kurumuş dudakları.
Kalbi kavrulmuş,
İçin için özlemiş yaşamayı.
Zorla tıkıldığı zindanda üşüyen,
Nice dünya mahkumu gibi.
Seni de çürütmeyeceğim.
Lordum.
Son ana kadar yanındayım.
Sen, üzülmeyesin diye kendi canımı seve seve veririm.
Sen, insandan fazlasısın.
Kederin, içimde yanan kocaman bir yangın yeridir.
Utancımdan yüzüne bakamam lordum.
Seni son ana kadar temsil edemediğimden,
Senin başını bükük bıraktığım için.
Kendimi şuracıkta dağıtabilirim.
Paramparça olup hayatında bozulmuş ne varsa,
Seni kim kırdıysa,
Seni kim üzdüyse lordum!
>Tüm eksik parçalarını bir araya getirmeye, varım.
Hayatımın tek gayesi ölmeden yüzünde görmek o tebessümü.
Sen, içimdeki en kapalı kapısın.
Sen insandan fazlasısın.
Lordum, senin için yere seremeyeceğim tek bir kişi bile yok.
Etrafından dolaşan sinsi düşmanları,
Ardında soluk alan karanlıkları ortadan ikiye yarabilirim.
Sen, gülümsemeden,
İçten.
Kalbin, zehirlenmeden daha fazla.
Gönlünü yapmak, içine dolmaktır dileğim.
Üstümüzden geçmiş nice gölge gibi.
Bu akında duracak.
Kalkanımı hala savuracak kadar gücüm.
Düşmanı ezecek kadar inancım var.
Yorulmaya başladım biraz.
Vicdan azabından.
Bu ait olmadığımız dünyadan.
Hepsi bu.
Savaşmaksa savaşmak.
Yeterki sen, kederlenmeyesin.
Sen, rahata eresin.
Hak eden herkes gibi.
Daha fazla kırılmadan.
Güçlü yelkenleri dolu dolu rüzgarla uçurmadan daha.
Bir yere gitmek yok.
Yaşamadan.
Doyasıya nefes almadan.
Gülmeden. Dolu Dolu..
Sevdiklerimle seni resmetmeden.
Gitmene izin vermeyeceğim.
Arkamı döndüğümde güzelliğiniz karşısında,
Sakladığım iki damla servetim akmadan.
Yaşamadan.
Bir yere göndermeyeceğim.
Efendim.
Lordum.
Veli nimetim.
Gölge Yollar.
17 Nisan 2014 Perşembe
Boyut
Sığmıyor.
Bir bedene bunca yükleme.
Sanki arı arkası kesilmez bir savaş.
Her yeni rakibi daha büyük bir hırsla kesmek.
Yüzüne yağan kanla dans etmek.
Sarhoşluğum özgürlüğe.
Başka hiçbir şeyi kırmayan..
Yine acılar bulut bulut çörekleniyor.
Terk etmiyor doluştukları salonlarımı.
Lanet karanlıklar!
Kahrolasıca bağımlılıklar.
Üstümüze yağan mutsuzluk yağmurları değil.
Arşın kanatlarından yağan güzellikler.
Bir zamanlar güzel diye bahsedilen topraklardan,
Geliyorlar. Hiç olmadıkları kadar çoklar.
İnsanlık için hala umut var mı?
Toprak daha fazla acıyı kaldırır mı?
Yeni doğanlara yer açmak mı.
Hayır hayır. Bu olsa olsa doymazlık.
İnsan.
Ne zaman durulacak iştahın.
Ne zaman kuruyacak zehir dolu kalbin.
Güzellikleri var bu şehrin.
Tertemiz gözleri, rengarenk kalbi.
Saçılmışlar etrafa.
Yorgun, ürkek, kendi halindeler.
Kendilerinde bile değiller.
Güzel meyveleri çürükleriyle aynı tepside sunmak denir buna.
Bahar bahar bakan gözleri var filizlerin.
Rengi derinlere işlemiş.
Sanatı kusursuz,
Zamanın çarkları.
Kırılmalı, yıkılmalı insanın maskesi.
Ardına gizlendiği o puslu himaye.
Sis girmiş kulaklarından içine.
Duymuyor kalbi birşeyi.
Zehirliyor insan kendini.
Bir yemekten sonra, bir çay arasında.
Her fırsatta, ardında kalacak yıkıntıya rağmen.
Yok ediyor kendini insan..
Etmemeli.
Etmemeli.
Yaşanacak hala güzel günler varken önünde..
Bir bedene bunca yükleme.
Sanki arı arkası kesilmez bir savaş.
Her yeni rakibi daha büyük bir hırsla kesmek.
Yüzüne yağan kanla dans etmek.
Sarhoşluğum özgürlüğe.
Başka hiçbir şeyi kırmayan..
Yine acılar bulut bulut çörekleniyor.
Terk etmiyor doluştukları salonlarımı.
Lanet karanlıklar!
Kahrolasıca bağımlılıklar.
Üstümüze yağan mutsuzluk yağmurları değil.
Arşın kanatlarından yağan güzellikler.
Bir zamanlar güzel diye bahsedilen topraklardan,
Geliyorlar. Hiç olmadıkları kadar çoklar.
İnsanlık için hala umut var mı?
Toprak daha fazla acıyı kaldırır mı?
Yeni doğanlara yer açmak mı.
Hayır hayır. Bu olsa olsa doymazlık.
İnsan.
Ne zaman durulacak iştahın.
Ne zaman kuruyacak zehir dolu kalbin.
Güzellikleri var bu şehrin.
Tertemiz gözleri, rengarenk kalbi.
Saçılmışlar etrafa.
Yorgun, ürkek, kendi halindeler.
Kendilerinde bile değiller.
Güzel meyveleri çürükleriyle aynı tepside sunmak denir buna.
Bahar bahar bakan gözleri var filizlerin.
Rengi derinlere işlemiş.
Sanatı kusursuz,
Zamanın çarkları.
Kırılmalı, yıkılmalı insanın maskesi.
Ardına gizlendiği o puslu himaye.
Sis girmiş kulaklarından içine.
Duymuyor kalbi birşeyi.
Zehirliyor insan kendini.
Bir yemekten sonra, bir çay arasında.
Her fırsatta, ardında kalacak yıkıntıya rağmen.
Yok ediyor kendini insan..
Etmemeli.
Etmemeli.
Yaşanacak hala güzel günler varken önünde..
Yolculuk
Göğün örtüsünü yırtsak da hakikati görsek!
Yırtılsa arşın perdeleri.. Üstümüze açılmış dev çarşaflar.. Kalksalar!
Ta ki içinde ateşler yanan şu insanlar.
Görseler aydınlığı yeniden.
Hak ettikleri yarınları görseler.
Şu üstümüzdeki perdeler kalksa!
Görünse gerçek rengi hakikatin..
Aciz bedenlerini insanların..
Alsa, yıkasa, yaksa..
Arınsak bu dünyadan.
Dünyalık kaygılardan.
Acılardan, saklanmalardan.
İçimize gömdüklerimizden.
Şu kocaman karanlık topluluk.
Dağılsa bir bir..
Zalimin pençesinden uçuşan özgür beyaz kuşlar gibi.
Ufalansa zalim. Ufalsa, gerçek boyutlarına.
Yükselse bir bulut arşa.
Büyük beyaz bir yağmur yağsa gökten.
Ardı ardına yıkasa bilinmezleri.
Bitse artık bu sonsuz yozlaşma.
Kan emicilerin gün ışığında gezdikleri şu dünya.
Maddeye tapınan milyonların maskesi düşse.
Ayrılsa çatırtıyla arşın kapıları.
Gel! dese bir ses mitolojik.
Uzasa yol yol bulutlar..
Adımlarla yürüsek fezanın karanlığına.
Bin bir alemin intizamlı duruşuna.
Uçuşan sayısız dünyalara.
Nefes alsa insan!
Boyutlarını fark etse bir anda.
Kapansa huzurunda Allah'a.
"Ben" demeyi bıraksa.
Fiziksel ihtiyaçların ötesi açılsa.
Vizyonunda beliren illüzyonları silse,
Ayrılsa arşa uzanan gizli nesne.
Kalp miraca yükselse de bir Hu! dese.
Nidası arşı inletse.
Burak gelse.
Alsa ademoğlunu.
Kusurlarıyla, o muazzam kanatlarına.
Yıkasa yedi semanın duası onu.
Her katta ayrı bir esma.
Renk renk geçse dairelerden.
Perdeler bir bir.
Rüzgarın sesi esse uzaktan üstüne.
Ayrılsa arşın kapıları.
Yürüse insan, geldiği memlekete.
Esaretin bittiği şu güne.
Hapsolduğu aciz bedene.
Bir elveda dese tatlı buruk bir pişmanlıkla.
Elinde tuttuğu hakikatle amel edemeyen zayıf insan.
Ben, sen, biz.
Görünse alemin efendisi öteden de.
Coşsa göz pınarları insanoğlunun.
Alemlerin anahtarı, gözlerin nuru, yaratılışın çekim gücü.
Alsa kanatlarına bizi o ulu binek.
Uzansa bulutlar yol yol.
Dönse insan memleketine.
Yüzünde buruk bir pişmanlıkla boynu önünde.

Geldim dese.
Tutuşan kalbinde kor alev.
Ruhu utançtan yerin dibinde.
Kendi, huzur-u ilahide.
Yırtılsa arşın perdeleri.. Üstümüze açılmış dev çarşaflar.. Kalksalar!
Ta ki içinde ateşler yanan şu insanlar.
Görseler aydınlığı yeniden.
Hak ettikleri yarınları görseler.
Şu üstümüzdeki perdeler kalksa!
Görünse gerçek rengi hakikatin..
Aciz bedenlerini insanların..
Alsa, yıkasa, yaksa..
Arınsak bu dünyadan.
Dünyalık kaygılardan.
Acılardan, saklanmalardan.
İçimize gömdüklerimizden.
Şu kocaman karanlık topluluk.
Dağılsa bir bir..
Zalimin pençesinden uçuşan özgür beyaz kuşlar gibi.
Ufalansa zalim. Ufalsa, gerçek boyutlarına.
Yükselse bir bulut arşa.
Büyük beyaz bir yağmur yağsa gökten.
Ardı ardına yıkasa bilinmezleri.
Bitse artık bu sonsuz yozlaşma.
Kan emicilerin gün ışığında gezdikleri şu dünya.
Maddeye tapınan milyonların maskesi düşse.
Ayrılsa çatırtıyla arşın kapıları.
Gel! dese bir ses mitolojik.
Uzasa yol yol bulutlar..
Adımlarla yürüsek fezanın karanlığına.
Bin bir alemin intizamlı duruşuna.
Uçuşan sayısız dünyalara.
Nefes alsa insan!
Boyutlarını fark etse bir anda.
Kapansa huzurunda Allah'a.
"Ben" demeyi bıraksa.
Fiziksel ihtiyaçların ötesi açılsa.
Vizyonunda beliren illüzyonları silse,
Ayrılsa arşa uzanan gizli nesne.
Kalp miraca yükselse de bir Hu! dese.
Nidası arşı inletse.
Burak gelse.
Alsa ademoğlunu.
Kusurlarıyla, o muazzam kanatlarına.
Yıkasa yedi semanın duası onu.
Her katta ayrı bir esma.
Renk renk geçse dairelerden.
Perdeler bir bir.
Rüzgarın sesi esse uzaktan üstüne.
Ayrılsa arşın kapıları.
Yürüse insan, geldiği memlekete.
Esaretin bittiği şu güne.
Hapsolduğu aciz bedene.
Bir elveda dese tatlı buruk bir pişmanlıkla.
Elinde tuttuğu hakikatle amel edemeyen zayıf insan.
Ben, sen, biz.
Görünse alemin efendisi öteden de.
Coşsa göz pınarları insanoğlunun.
Alemlerin anahtarı, gözlerin nuru, yaratılışın çekim gücü.
Alsa kanatlarına bizi o ulu binek.
Uzansa bulutlar yol yol.
Dönse insan memleketine.
Yüzünde buruk bir pişmanlıkla boynu önünde.

Geldim dese.
Tutuşan kalbinde kor alev.
Ruhu utançtan yerin dibinde.
Kendi, huzur-u ilahide.
14 Şubat 2014 Cuma
Uç
Beni hasta ediyorsunuz.
Hepiniz..
İçinde
bulunduğumuz sistem, yaşam beni hasta etmeye yetiyor.
Zihnim
zehirli kalbim zehirli. Kusmakla bitiremiyorum..
Kustukça
kendimden nefret ediyorum. Ettikçe sıradanlaşıyorum..
Bugün doğum
günüm. Evet..
Neden hiçbir şey hissetmiyorum?
Neden hiç
heyecan yok? Nedenini öğrenmek istemiyorum..
Anlayabilmeniz
için böyle konuşuyorum. Çoğunun ne demek veya nasıl olduğunu farkındayım.
Sadece,
söyleyeyim istedim. Çünkü içimden dışarıya sağlıklı bir şekilde akamıyorlar.
Müzik, kucaklasın beni.. Yok et beni..
Sonlandır benliğimi.. Yok, artırıyor, zenginleştiriyor ruhumu..
O
harmoni, o sihirli akıma nasıl kapılmam. Vazgeçmekten alıkoyuyor..
Hala nefes
alabilmemi sağlıyor.. Yaşam, benim aradığım cinsi zor mu bulunuyor?
Yazacağım,
okusanız da okumasanız da..
Çünkü bana bu kadar temiz ve aydınlık başka bir
sayfa daha açmıyor varlığınız..
Kimse beni bu sadakatte veya anlayışla
dinlemiyor..
Zaman, daraldıkça huysuzlaşıyor dostlarımız.
Bizle yürüyenler en
kestirme sokaktan çıkıp kurtarıyorlar kendilerini..
Peşlerine takılmamıza izin
yok. Zaten kimsenin peşinden gitmeyecek kadar gururluyuz..
Öyle ki,
bizim değerlerimiz onların göğsünde taşıdıkları karanlıktan çok yüce..
Vakit geç
oldu çoğu şey için.. Yinede minik kırıntıları duruyor yüreğimde..
İçimde
kalması bir şey ifade etmeyecek. O yüzden bilmesini istedim sayfaların..
Benden giden
bu heyecanları, hissiz karmaşaların benliğime yapışkan ellerle tutunuşunu..
Yer etmiş
gölgenin silinip gitmediğini, ve belki zehirli okların günümüzde parayla satın
alınır olduğunu da..
Arşın kapılarına saklanmış anahtarları ararken yeryüzünde,
rotasız kaptanlar gibi savruluyoruz..
Öte yandan beri yana.. Vazgeçmedik. Peki daha ne kadar
vazgeçmeyeceğiz?
Tren
istasyona yanaşana kadar bekleyebilecek miyiz?
Yoksa o sessiz istasyonlarda
bomboş rayları gözlerken geçen saniyeler yıllar gibi gelecek ve
biz düşecek
miyiz?
Yitip
giderken sevdiğimiz, ardından yas mı tutacağız dersin..
Uçmak.. Ne zaman?
Söyle bana sessizlik!
Yükseliş ne zaman...?
7 Ocak 2014 Salı
Kapı
Sınırdayım..
Delirmenin sınırında. Nesne beni yok ediyor. Dışarıdan varım, fiziken buradayım. Aklım burada değil. Kontrol ediyorum, zapt edilmesi imkansız gibi görünen bir çılgınlığı. Bu bir çeşit saydamlık, şeffaf fakat renk değiştirebilen bir şey.
Yosun tutmuş bir kayanın dibine çömeldim. Yumuşak dokusunda elimi gezdirmeyi sevmişimdir. Pek çok şeyi severim esasında. İzlenimlerim bana, sınırında gezdiğim çılgınlığın bu sevgiden uzak kalışla alakalı olduğunu söylüyor. Gitmek ve bulunmak istediğim yerler var.
Yanıma alacağım masum ve basit mutluluklarla beraber. Taşıdığım yük, azımsanmayacak kadar ağır ve devamlı. Çeşitli sesler duyuyorum. Kulaklarım ve zihnim onlara izole olmuş gibi. Aynı yollarda geçen yıllarım oldu. Bulduğum şanslar ve kaybettiğim yollar oldu. Bu mutlulukla tanışığız. Lakin uzun süredir beni izliyorlar. Uzaktan.. Kapıların ardındaki kulaklar ve dikiş tutmayan yaralarla.
Sesim, yalnız kendi sınırları içinde duyuluyor. Sessizliğim, daha duyulur gibi. Sıradanlaşmayan varlığım daha ne kadar zehirlenebilir ve kan kusar bilemiyorum. Ama sınırlarındayım. Çaresizliğin ve karanlığın..
Önümdeki kapılar bana açılsın. Eğer geçerken tökezler ve hedefimden şaşarsam, kapansınlar yüzüme, bir daha açılmamak suretiyle.
Sözcüklerim çok olmayacak.
Ağır kapılar bunlar, benlikleri tarihten eski. Tozlu kıvrımları ve insan elinden çıkamayacak estetikte bir güzellikleri var. Anahtarsız kapılar. İçlerindeki sırları hak edenlerle paylaşan kapılar. Onlar eski ağır ve kıymetliler. Çünkü aydınlanmaya açılmaktalar. Kanatları ağır ağır açılsa, içinden akan ışıkla yıkansam. Tutuşan kandilimle başka kalpleri de tutuştursam.
Bu bana yeter.
Duam budur.
Yaşamak, sevmektir.
Sevmekse, kuşkusuz doğmaktır baştan başa..
30 Ekim 2013 Çarşamba
Esrarengiz Günce
Küller, her tarafı kaplamış. Her nefeste genzimi yakan iğrenç bir kurum bulutu, beraberinde yanmış cesetlerle olağan dışı bir şeyi resmediyordu. Neler olmuştu? bütün bu küller ve ardında kalanlar..
Açıkçası buna cevap bulmakla uğraşacak değildim. Uzun bir yoldan geliyordum ve önceliklerim arasında midemi iyi pişmiş kırmızı etle ödüllendirmek ve üstüne buz gibi bir elma şarabı devirmek vardı. Lakin, aştığım o dar patikayı bitirir bitirmez karşıma çıkan bu yanmış alanı ve ziyan olmuş bedenleri uzun süre unutamayabilirdim.
Alevlerden arda kalan yas dolu bir sessizlik ve harcanmış insan bedenleriydi. Uzaklaşmak için dikkatle etrafından dolandığım sırada bulutların ardından sarkan güneşe yakalanan bir cisim parlayarak son anda dikkatimi çekti. Bu diyarlarda bu gibi ölüm dolu sahneleri karşılamayı umduğumdan aşırı bir tepki göstermeden uzaklaşmam olağandı. Lakin merak her daim insanı alt ederdi, kadavraların üstüne basmadan yaklaştığım nesne gümüşi bir parlaklıkla parıldayan madeni bir cisimdi.
Elime aldığımda vücudumu saran ve irkilerek topuklarımın üstüne gelmeme neden olan korkunç bir elektriklenme hissi yaşadım. Aniden beni saran korku ve panik olmuştu. Üşüyor ve zihnimin kuruntuları arasında etrafıma bakınıyordum. Kurumların hala havada sessizce uçuştuğu o bölgeden elimi sıkı sıkıya kapadığım gümüşi cisimle uzaklaştım. Muhtemelen bir kaç saat sonra nihayet kendimi acıyan boğazım ve tükenmiş ciğerlerimle daha huzurlu bir ormanda seyrederken buldum.
Orman cıvıldayan kuşlar ve birbirine sarılmış sık bitki örtüsüyle yılın bu mevsiminde bile kendi dünyasında yaşayan mutlu bir ihtiyar gibi fazlasıyla sıcaktı. Onu ürkütücü kılan gecenin örtüsü olmalıydı. Saat erken sayılırdı ve az evvel unutmayı tercih ettiğim görüntünün kırıntıları zihnimden bir türlü silinmiyordu.
Sırtımı ormanın ortasından geçen yoldan görünmeyen daha arkalarda bir ağaca dayadım. Avcumun içindeki gümüş renkli parça şimdi çok netti. Elimi çok sıkmamdan beyazlaşan parmaklarım sakinleşmemle birlikte cismi incelememe fırsat tanıdı.
Zihnim onu çılgınca keşfetmek istiyor ama ruhum onunla temasımı reddediyor gibiydi. İki zıt kardeşin çekişmesi gibi gidip geliyordum. Nihayetinde insanın zayıf dürtüsüne yenilen taraf galip çıkmış ve ben nesneye teslim olmuştum. Şekli, Oval formda bir pırlantanın yuvarlak gümüş cismin tam ortasına sabitlendiği ve etrafında yılankavi desenlerin kıvrılarak pırlantanın çevresinde döndüğü yuvarlak broşumsu birşeydi. Oval kesimli pırlanta işaret parmağının yarısı uzunluğunda ve baş parmağın eklemi genişliğindeydi. Bu da satılmaya kalkılsa beni bir ömür rahat yaşatabilecek paracıklar demekti. Ancak kendimi tanıdığım kadar insanları da tanırdım. Böylesi bir parçayı kimse satın almak istemezdi. Ne paraları yeter, ne de vermek isterlerdi..
Ormanın derinliklerinde sezgilerimin ötesinde bazı şeyler hissediyordum, sicim gibi sık örülmüş avcı ağına çarpan kuşlar gibi duyularıma yakalanıyorlardı. Algılarım arttıkça duyumsadığım boyutlar çeşitleniyordu. Midem bulanmaya ve etrafımdaki huzur dolu yeşili buğulu görmeye başladığımı hatırlıyorum. Merakın zihnimde kapladığı yer beni diri tutuyor olalıydı. Başından beri merakımdan kaynaklanan zayıflıktan beslenmişti.. Muhtemelen beni hayatta tutan ve şimdiye kadar yerlerde sürünmeden yaşayabilmemi sağlamış adrenalini damarlarıma cömertçe sunuyordu.
Nefesimi düzenli tutarak bedenime sakinleşmesi ve mevcut koşullara uyum sağlama dürtüsünü göndermeyi deniyordum. Hisler, duyumlar artık daha katlanabilir seviyelere inmişti ve henüz çok yabancı olduğum bu algı perdesi beni uzun süre etkileyecek gibi görünüyordu.
Gümüş sikke formunun üstündeki pırlantanın şekli var olan formunun çok ötesinde bir auranın varlığını fısıldıyordu. Efsunlu nesnenin pençesinde hatırlayabildiğim kadarıyla aklımda kalmıştı. Ona bakmaya karar verdiğim andan sonra gözlerim kararmış ve vücudum çılgınca kontrol edemediğim bir güçle dolmaya başlamıştı. Beni kullanıyor muydu?
Geç olmadan ayaklandığımı ve yakınlarda, ateş tüten zulaya gizlenmiş bir kamp alanına seğirttiğimi fark ettim. Bu olanlar, irademe doğrudan tecavüz ve kontrol demekti..
İçeride, tiz çığlığımsı seslerle anlaşan, aslında daha çok tartışan vahşi canlıların varlığını duyumsadım. Katil soğukkanlılığıyla yürüdüğümü, ağaçların içindeki minik kamp alanına ilerlerken yüzüme değen çalıların bıraktığı çizikleri hatırlıyorum. Sonrası yine derin bir fısıltıyla geçen bilinçsiz dakikalar..
Yeniden ayıldığımda etrafımda yerde yatan bir düzine goblini acımasızca katlettiğimi ve kullandığım keskin kenarlı kılıcımın tuzla buz olduğunu gördüm. Ayaklarımın tam dibinde goblin şefinin çaputlarına sakladığı bezlerle örtünmüş başka bir uzun kılıcın durduğunu gördüm. Ona karşı dayanılmaz bir merakla uzanma arzusunu yaşamadan edemedim.
Mükemmel işçiliği, boydan boya uzanan kan oluğu ve yine gümüş renkli çeliğiyle hasret kaldığım silahı bana sunmuştu. Kavrayışın verdiği güven ve eldeyken bilekten çıkabilecek ani manevralara uygun dövülmüş mükemmel çizimiyle benim saldırı stilimi geliştirebileceğim bir şeye benziyordu. Onu saygıyla selamladıktan sonra ona yaraşmayan emektar kılıç kınıma soktum.
Kimsenin zoruna gitmemeliydi öyle ya, beslendiğim yiyecekler, yattığım yerler, üstüme bulanan muhtelif pislikler göz önüne alınsa, yılmadan sırf "özgür" olmak pahasına atlattığım badireler de hesaba katılırsa bunların olmasına şaşırmıyor hatta ilginç ve kolay olmayan ödüllendirmeler olarak yorumluyordum.
Kanlar içindeki goblinlerin üstlerini taradım ve yağmacı olduklarına karar verdim. Çalıntı mallara ilgi göstersem bile yadigar değeri taşıyacak nesnelere el uzatmışlığım pek yok. Korundukları ve manevi anlamları olabilme olasılığı şevkimi kırmıştır hep. Eh, nesnenin bana yaptırdıklarına bakarsak en azından şimdilik tahminlere varabilirdim.
Goblinler ayık kafamla teşhis ettiğim kadarıyla zaten eski yaralara sahipti ve nesnenin sahibi onların işbirliği, belki efendileri eliyle öldürülmüş olabilirdi. Başlattığım kan şöleni.. Bu da nesnenin intikamı mıydı? Kulağa anlatılan hikayeler gibi gelse de onun gümüş çemberin üstündeki eşsiz varlığı da bir hikaye gibi değil miydi? Onu alt etmeli ve kendimdeyken ona yenilmeden derinliklerine inecek planlar kurmalıydım. Kulağa gülünç geldiği aşikardı..
Ormanın derinliklerini arşınladıktan sonra geniş serin vadilerden esen rüzgarların rahatlatan ferahlığına bıraktım kendimi.. Ben bunun için yaşıyordum, özgür olmak. Özgürlüğü kanımın her zerresinde hissetmek için.. Öte yandan ait olmak. Varlığımın her hücresiyle ait olmak.. Mesele ait olacağım şeyin beni kendi sınırları içinde özgür kılmasıydı. Sanırım hayat, bunu yaşadığın anda gerçek manasına kavuşacaktı.
Şimdiyse önümde kocaman bir şehir uzanıyor ve ayaklarım nasıl geldiğimi bilmediğim bu şehre girmemi buyuruyordu. Zayıf zihnimse ona diretiyor ve içimdeki karanlık bununla eğleniyordu.
Bu topraklara varmamdaki asıl sebep beni kendine buldurmuştu.
Bulaşacak pislik arıyordum ve büyük birtanesi beni kendine çekmişti. Şikayet edemezdim.
Karanlık ruhuma bulaşmıştı ve ben bilinmezliğe gülümsüyordum..
Açıkçası buna cevap bulmakla uğraşacak değildim. Uzun bir yoldan geliyordum ve önceliklerim arasında midemi iyi pişmiş kırmızı etle ödüllendirmek ve üstüne buz gibi bir elma şarabı devirmek vardı. Lakin, aştığım o dar patikayı bitirir bitirmez karşıma çıkan bu yanmış alanı ve ziyan olmuş bedenleri uzun süre unutamayabilirdim.
Alevlerden arda kalan yas dolu bir sessizlik ve harcanmış insan bedenleriydi. Uzaklaşmak için dikkatle etrafından dolandığım sırada bulutların ardından sarkan güneşe yakalanan bir cisim parlayarak son anda dikkatimi çekti. Bu diyarlarda bu gibi ölüm dolu sahneleri karşılamayı umduğumdan aşırı bir tepki göstermeden uzaklaşmam olağandı. Lakin merak her daim insanı alt ederdi, kadavraların üstüne basmadan yaklaştığım nesne gümüşi bir parlaklıkla parıldayan madeni bir cisimdi.
Elime aldığımda vücudumu saran ve irkilerek topuklarımın üstüne gelmeme neden olan korkunç bir elektriklenme hissi yaşadım. Aniden beni saran korku ve panik olmuştu. Üşüyor ve zihnimin kuruntuları arasında etrafıma bakınıyordum. Kurumların hala havada sessizce uçuştuğu o bölgeden elimi sıkı sıkıya kapadığım gümüşi cisimle uzaklaştım. Muhtemelen bir kaç saat sonra nihayet kendimi acıyan boğazım ve tükenmiş ciğerlerimle daha huzurlu bir ormanda seyrederken buldum.
Orman cıvıldayan kuşlar ve birbirine sarılmış sık bitki örtüsüyle yılın bu mevsiminde bile kendi dünyasında yaşayan mutlu bir ihtiyar gibi fazlasıyla sıcaktı. Onu ürkütücü kılan gecenin örtüsü olmalıydı. Saat erken sayılırdı ve az evvel unutmayı tercih ettiğim görüntünün kırıntıları zihnimden bir türlü silinmiyordu.
Sırtımı ormanın ortasından geçen yoldan görünmeyen daha arkalarda bir ağaca dayadım. Avcumun içindeki gümüş renkli parça şimdi çok netti. Elimi çok sıkmamdan beyazlaşan parmaklarım sakinleşmemle birlikte cismi incelememe fırsat tanıdı.
Zihnim onu çılgınca keşfetmek istiyor ama ruhum onunla temasımı reddediyor gibiydi. İki zıt kardeşin çekişmesi gibi gidip geliyordum. Nihayetinde insanın zayıf dürtüsüne yenilen taraf galip çıkmış ve ben nesneye teslim olmuştum. Şekli, Oval formda bir pırlantanın yuvarlak gümüş cismin tam ortasına sabitlendiği ve etrafında yılankavi desenlerin kıvrılarak pırlantanın çevresinde döndüğü yuvarlak broşumsu birşeydi. Oval kesimli pırlanta işaret parmağının yarısı uzunluğunda ve baş parmağın eklemi genişliğindeydi. Bu da satılmaya kalkılsa beni bir ömür rahat yaşatabilecek paracıklar demekti. Ancak kendimi tanıdığım kadar insanları da tanırdım. Böylesi bir parçayı kimse satın almak istemezdi. Ne paraları yeter, ne de vermek isterlerdi..
Ormanın derinliklerinde sezgilerimin ötesinde bazı şeyler hissediyordum, sicim gibi sık örülmüş avcı ağına çarpan kuşlar gibi duyularıma yakalanıyorlardı. Algılarım arttıkça duyumsadığım boyutlar çeşitleniyordu. Midem bulanmaya ve etrafımdaki huzur dolu yeşili buğulu görmeye başladığımı hatırlıyorum. Merakın zihnimde kapladığı yer beni diri tutuyor olalıydı. Başından beri merakımdan kaynaklanan zayıflıktan beslenmişti.. Muhtemelen beni hayatta tutan ve şimdiye kadar yerlerde sürünmeden yaşayabilmemi sağlamış adrenalini damarlarıma cömertçe sunuyordu.
Nefesimi düzenli tutarak bedenime sakinleşmesi ve mevcut koşullara uyum sağlama dürtüsünü göndermeyi deniyordum. Hisler, duyumlar artık daha katlanabilir seviyelere inmişti ve henüz çok yabancı olduğum bu algı perdesi beni uzun süre etkileyecek gibi görünüyordu.
Gümüş sikke formunun üstündeki pırlantanın şekli var olan formunun çok ötesinde bir auranın varlığını fısıldıyordu. Efsunlu nesnenin pençesinde hatırlayabildiğim kadarıyla aklımda kalmıştı. Ona bakmaya karar verdiğim andan sonra gözlerim kararmış ve vücudum çılgınca kontrol edemediğim bir güçle dolmaya başlamıştı. Beni kullanıyor muydu?
Geç olmadan ayaklandığımı ve yakınlarda, ateş tüten zulaya gizlenmiş bir kamp alanına seğirttiğimi fark ettim. Bu olanlar, irademe doğrudan tecavüz ve kontrol demekti..
İçeride, tiz çığlığımsı seslerle anlaşan, aslında daha çok tartışan vahşi canlıların varlığını duyumsadım. Katil soğukkanlılığıyla yürüdüğümü, ağaçların içindeki minik kamp alanına ilerlerken yüzüme değen çalıların bıraktığı çizikleri hatırlıyorum. Sonrası yine derin bir fısıltıyla geçen bilinçsiz dakikalar..
Yeniden ayıldığımda etrafımda yerde yatan bir düzine goblini acımasızca katlettiğimi ve kullandığım keskin kenarlı kılıcımın tuzla buz olduğunu gördüm. Ayaklarımın tam dibinde goblin şefinin çaputlarına sakladığı bezlerle örtünmüş başka bir uzun kılıcın durduğunu gördüm. Ona karşı dayanılmaz bir merakla uzanma arzusunu yaşamadan edemedim.
Mükemmel işçiliği, boydan boya uzanan kan oluğu ve yine gümüş renkli çeliğiyle hasret kaldığım silahı bana sunmuştu. Kavrayışın verdiği güven ve eldeyken bilekten çıkabilecek ani manevralara uygun dövülmüş mükemmel çizimiyle benim saldırı stilimi geliştirebileceğim bir şeye benziyordu. Onu saygıyla selamladıktan sonra ona yaraşmayan emektar kılıç kınıma soktum.
Kimsenin zoruna gitmemeliydi öyle ya, beslendiğim yiyecekler, yattığım yerler, üstüme bulanan muhtelif pislikler göz önüne alınsa, yılmadan sırf "özgür" olmak pahasına atlattığım badireler de hesaba katılırsa bunların olmasına şaşırmıyor hatta ilginç ve kolay olmayan ödüllendirmeler olarak yorumluyordum.
Kanlar içindeki goblinlerin üstlerini taradım ve yağmacı olduklarına karar verdim. Çalıntı mallara ilgi göstersem bile yadigar değeri taşıyacak nesnelere el uzatmışlığım pek yok. Korundukları ve manevi anlamları olabilme olasılığı şevkimi kırmıştır hep. Eh, nesnenin bana yaptırdıklarına bakarsak en azından şimdilik tahminlere varabilirdim.
Goblinler ayık kafamla teşhis ettiğim kadarıyla zaten eski yaralara sahipti ve nesnenin sahibi onların işbirliği, belki efendileri eliyle öldürülmüş olabilirdi. Başlattığım kan şöleni.. Bu da nesnenin intikamı mıydı? Kulağa anlatılan hikayeler gibi gelse de onun gümüş çemberin üstündeki eşsiz varlığı da bir hikaye gibi değil miydi? Onu alt etmeli ve kendimdeyken ona yenilmeden derinliklerine inecek planlar kurmalıydım. Kulağa gülünç geldiği aşikardı..
Ormanın derinliklerini arşınladıktan sonra geniş serin vadilerden esen rüzgarların rahatlatan ferahlığına bıraktım kendimi.. Ben bunun için yaşıyordum, özgür olmak. Özgürlüğü kanımın her zerresinde hissetmek için.. Öte yandan ait olmak. Varlığımın her hücresiyle ait olmak.. Mesele ait olacağım şeyin beni kendi sınırları içinde özgür kılmasıydı. Sanırım hayat, bunu yaşadığın anda gerçek manasına kavuşacaktı.
Şimdiyse önümde kocaman bir şehir uzanıyor ve ayaklarım nasıl geldiğimi bilmediğim bu şehre girmemi buyuruyordu. Zayıf zihnimse ona diretiyor ve içimdeki karanlık bununla eğleniyordu.
Bu topraklara varmamdaki asıl sebep beni kendine buldurmuştu.
Bulaşacak pislik arıyordum ve büyük birtanesi beni kendine çekmişti. Şikayet edemezdim.
Karanlık ruhuma bulaşmıştı ve ben bilinmezliğe gülümsüyordum..
6 Aralık 2012 Perşembe
Alacakaranlık
Gün alacakaranlık vakti..
Sessiz silahlar döşek altlarına
saklanmış, usul karanlık köşelere pusmuştu yine.
Odamda son derece yalnız olmak canımı
sıkmıyordu. Eski alışkanlık kolay bırakılmıyordu. gençken alev alev yanan
bedenim olsaydı neler yapmazdım dedim kendime. -Eh. Yine de sabah yürüyüşüne
çıkmama engel değildi be..
Bir tas sıcak balık çorbası ve kurumuş ekmeği silip süpürdükten sonra eski avcı bıçağımı da kuşağıma dahil ettim. Biraz yürümek iyi gelecekti.
Bilinçsizce yürümeye başladım küçük kasabamın
taş sokaklarında.. Durgun hayat beni geçmişimden uzaklaştırıyordu ve istediğim
başkası değildi. Bu sabahta beni sokağa çıkaran kuzeyli bir şairin şu
mısralarıydı yine:
"Sokakta yürümekteydim gece, sabaha
varmışım sessizce."
Aydınlık gün aşırırken tepelerden, boş taşlık
sokaklara indim. Dakikalar beni şehrin ücra sokaklarına taşımış bilemedim.
Sokaklar dünyamı resmediyordu alacakaranlık vaktinde. Bomboş ve yaşanmışlıkla
dolu. Ağzı var dili yok. Ruhu var sesi yok. Issız ama kalabalık..
Kendimi, kendimden çekip alan bir kapı
gıcırtısı oldu..
Az ötemde bir kapı açılmıştı,
yavaşladım.. Azığını evvelden hazır etmiş, Aceleci genç bir adam çıktı sokağa
gizlice..
Ahşap evlerin taş kaldırımları vardı, tıkırdayan ökçeleri dinlemeyi hep severdim ..
yavaşlattım adımlarımı izledim sinsince..
Acelesi olmalıydı genç adamın, eşyaları
geniş deri kemerinin tokasına bağlanmış
mühimmatı çantasına gelişigüzel tepilmişti.
Güneş gayretle yükselirken tepeye, gölgeler dans ediyordu köşelerde yine.
Adımları hızlı olan genç adam dikkatsiz davranmıştı. beni
karanlıklara sinmişken fark edememiş, delikanlılığın verdiği ateşle gölgeleri
görmemişti. Heyecanlı adımları nerede
görsem tanırdım. Varlığımın gerekliliğini sorgulamadım. Peşindeydim ve içimde
büyüyen merak gittikçe acıkıyor gibiydi. Bu serin havada
içime bir ısınma verdi. Aynı hızda sokakları ardımda bıraktım.
Kasabadaki hanlar yeni açılıyordu. Bu
istikamet kuzey olduğuna göre serin rüzgarların varlığına alışmam iyi olmuştu.
Kuzey Nehrine gidiyor olmalıydık. Genç adam ekipmanlarını tam takır hazırlamış
olduğuna göre bir göreve gidiyor olabilirdi. Engel olamadığım merakım beni onun
peşinden buralara kadar getirdiğine göre daha da ileri gidebilirdim.
Loş meşale ışığıyla aydınlanan taştan kapılar
vardı bu caddede. Az ötemde köhne bir hanın kapısı itilerek açıldı, ürperdim.
Hemen saklanmak zorundaydım fakat etrafım buna müsait değildi. Genç kafasını
önüne eğmiş, hızla yolun ortasından yürüdüğünden mesafeyi açıyordu.
Handan dışarı yakalarını düzelterek orta
yaşlı kısa boylu biri çıktı. Kafasında kıvrımlı sihirbaz şapkalarından vardı ve muhtemelen henüz uyanamamıştı. On bilemedin onbeş adım mesafe vardı aramızda, sol
çaprazımdaki kapıdan çıkıp benden tarafa döndü. Sağımdaki ilk kapıya yöneldim, hızla omzumu başıma siper edip kafamı sağıma eğdim.
kapının önünde arkamı döndüm. Çantamı karıştırırken yalnızca sırtımı
gördüğünden emin olmuştum. Biraz fazla oyalandım ve adam nihayet uzaklaştı.
Genç ortalarda yoktu, geç kalmıştım.
-Nehirler alsın! Böyle koşarak nereye
gidiyordu bu çocuk. Şimdi acele eden
bendim, Kuzey Nehri yakınlardaydı. Kasabanın güneyinde yaşasamda bu bölgeler
hakkında da malumatım vardı. Evlerin kapı sahanlığından ilerleyerek sabahın
içinde uzaklaştım..
Kasabanın bu geniş caddesinin sonlarına
doğru evler biter, ilerde soğuk rüzgarın gölgesinde yetişen sebze ve meyve
tarlaları uzanırdı. Birde en burunda eski ahşap bir gözcü kulemiz vardı. İçinde
değişmeli iki asker nöbet tutar ve genelde uyurlardı. Tarlalara hayvan
dadanmason diye çit diye tabir edilen engel vardı. Aşılması basitti, sivriltilmiş odun kazıklarla
destekli tahta bir duvardı. Gözcü kulesinin her iki yanında uzanır ve bir
sonraki kuleye dek kasabayı sarardı. Caddeyi bitirdiğimde karşıma uzun vadi
serildi. Alçalarak uzuyordu ve etrafı tarlalarla süslenmişti. Kuleye dek giden
patikada uzaklaşan eski bir araba vardı. Kasabadan kış mahsulleri toplamaya
giden ihtiyarın at arabası.. Ortalıkta başka kimsecikler yoktu ve arabada
çıkmak üzereydi. Yani yetişmiş olmalıy..
-Dur bir saniye! Nehirler alasıca! Bu
yüzden koşuyordu.. Arabayla dışarı çıkması çocuk oyuncağıydı. İhtiyarın
kulaklarıda çevik gencin tıkırtısına uyanmazdı ki.. Yani dışarı çıkan o burada
kalan bendim!..
Yılın bu mevsiminde riskli topraklar olan
kuzeye çıkış halka yasaklanırdı. Açıklarda gezen biri görüldüğünde de
düşünülmeden avlanırdı. Hem kraliyet korucuları korulukları mesken tutardı.
Gencin plan ve zamanlaması mükemmeldi, derin bir of çektim. Yorgun bedenim
buralara kadar boş bir macerayı kovalayacak yaşı geride bırakmıştı.
Fakat kolay yılmam. O taşını ileri sürdü
fakat" Çeviklik, piyondur. Tecrübeyse vezir".
At
arabası az sonra durdurulmadan rutin
çıkışını yaptı. Zamana hükmettim,
yetişmeliydim!
-Düşünceler-(kısa dakikalar.. Saymaya başla, 1, çıkış.. ilk yirmi adım sonra hafif bir
tepecik. dün yağmur yağdı yani dönüşte yol balçık..2, Eğimli yola sapan ağır
atlar.. Nalları sık sık değiştiremeyen dalgın ihtiyarın hesaba katmadığı
birşey.3, Bu dönüş kısa bir zaman kaybı. Atlar hantal, devam.. İnatçı yük
beygirleri alternatif rota belirlemez..4, doğasında huysuzlanmak yok, çamurdan
yürüyüş.5,6,7,8,9, Uzun süre arayı açmaya yetecek düz bir yol.10, Yol bitiminde
taşlık rampa kaygan zeminde hantal atları terletmeye
yeter.10...dakikalar....15, çamurlu yolda balçığa girmiş nalların taş zeminde
yokuş yukarı çıkışa etkisi. tepedeyim, Gereken zaman cepte.)
Kuzey kapısından geçme vakti. Gözcülere
gelene dek bir taşralı rolünü hakkıyla kotardım, şiveye alışıktım ve
"inandırmak" benim işimdi. Bekçileri halletmek kolay lokmaydı. Az
evvel aşırdığım -soğumaya bırakılmış-
enfes sabah turtalarını bıraktım onlara.
Göbekli obur bekçilere evine dönen salağı oynarken, aralıktan dışarı sıvışmak
zor olmadı.
Zamana doğru hükmetmiştim.
İhtiyar son taşlık rampayı tırmanırken
tepedeydim. Soğuk kayaya yasladığım sol kolum
uyuşmaya başladı. Hava yüksekte soğuğunu iyiden iyiye hissettiriyor..
tıkır tıkır tırmanan at arabası az sonra önümden geçecekti. Elimi herşeye
karşın kınında bulundurduğum bıçağın
kabzasına kaydırdım.
Rampayı tırmanan at arabasının koşum
takımlarını elinde tutan ihtiyar çalıların arasından menzilime girdi. Oldukça
rahat ve dikkatli görünüyordu. Arkasında sürüklediği römorköre saman balyaları
yüklemişti. Bu da gencin ekmeğine kaymak sürmüş olmalıydı. İlerlemeyi
sürdürdüler. Adımlar gittikçe yaklaşıyordu. Atların solukları kulaklarımdaydı.
Rampa bitmişti. Atlar düzlükte ivme kazanacaklardı ki..
Bir ıslık havayı yardı. Kısa sürdü ve -hart!
Bu, duyduğumda kanımı donduran sesti. Atlar kişnedi ve arabanın dengesi
bozuldu. Koşum takımları kırıldı ve atlardan biri dizginden ayrıldı. İhtiyarın
göğsünden kan fışkırıyordu. Saldırı altındaydık! Olduğum yere çöktüm.
Dudaklarım titriyordu. Tanrılar adına birşeyler yapmam gerekiyordu!
-Aptal! Aptal! onu öldürmeyecektin.
Çaaat! Sarın arabanın çevresini çabuk! Bağrışlar, yaylara gerilen oklar ve ağır
ağır yaklaşan demir adımlar telaşımı arttırdı. Gür kaba bir ses yankılandı, ses
çok uzak değildi. Kalabalık
olmalıydılar.
Genç, aşağı sürüklenen arabadan atlarken onu
bir anlığına görebildim. Çatır çutur
kırılan arka kasa bir hayli gürültü çıkardı. Kafamı hafifçe kaldırdım, rampanın
devamındaki yolda ağaçlar başlıyordu. Sesler buradan geliyordu. Atlar kaosa rağmen oldukları yerin birkaç
metre ötesinde otlanmaya başlamışlardı. Yük beygirleri işe yaramazdı. Gelen
giden şimdilik yoktu. Korkuyla sürünerek çalıların içinden çıktım. Yılan gibi
rampadan aşağı sürüklendim. Maksadım görünmemekti ama taşlık yolda kendime baya
zarar verdim. Genç ortalıkta yoktu. Bilinçsizce koşmaya devam ettim. Arabanın
geldiği yere tepelerin ardına saklanmaktı amacım ama uzun bir mesafe vardı
oraya kadar. Nefes nefese, telaşlı, sırtımda ölümün endişesiyle aksayarak
koştum..
Kayaların arasına dalmak üzereydim ki,
karanlıktan bir el yakama yapıştığı gibi beni kendine çekti. Zaten bitap düşmüş
bedenim yeni rakibime teslim oldu. Gözlerimde talihsiz bir çırpınışla adamın
yüzünü baktım. Genç buraya saklanmıştı, beni sarstı,
- Ne işin var burada babalık! kolunu
rahat bıraktı. Arkanı kolluyordum genç
adam. Sen mi! Yerimi belli ettin seni
adi moruk! Hey biraz rahatla kimse buraya gelmi... Çuv! Bir ok tam önümüzdeki
kayaya çarpınca başımızı eğdik. -Belli gelmedikleri!.. Şimdi zaman yoktu.
Araziye çıkan dar bir geçitten sıkışarak
geçtik. Koşmaya devam ediyorduk.
Olduğum yerin yakınlarına güvericini
yemlercesine gümüş parlak sikkeler saçtım. Onları küçük yalanlarıma
inandırmalıydım. ve inandırmaktan başka bir seçeneğim yoktu.
Tepeye pusan iki okçu durmadan ok yağdırıyor,
kayalığı yaylım ateşine tutuyordu.
Biraz üşüsemde eski "Karga
korkuluğu" taktiği işe yaramış gibiydi. Açıklara varana kadar genç adeta
uçarcasına arayı açtı. Ağaçlıklarda kayboldu ben devam edemedim diyafram beni
bırakalı yıllar geçmişti. Bu kadarı bile yaşımın çok ötesindeydi. Beynim yine
sancağı ele aldı. Önce tepeleri aşmam gerekiyordu çünkü sesler hala ardımdaydı.
Ağzım kurumuş, bedenimse fazlasıyla üşümüştü. Çantamdan gazlı beze sarılı bir
meşaleye uzandım.
Çakmak taşını hızla çaktım ve kıvılcımlar potansiyel ateşi
derhal yakaladı. Çıtır çıtır tutuşan ateş yanmak için ısrarla büyüyordu. Son
gücümle gerildim, ormana sıçramayacak küçük bir kozalak tarlasından geçmiştim
az evvel. Hem ters yöndeydi hemde çabuk yanardı. Meşaleyi yakınlarına bir yere
denk getirdim. Dumanın aşağılık herifleri şaşırtmaya yetmesini umdum.
Ve son gücümle oradan uzaklaştım.
Ağaçların içinde kaybolurken güneş tepeye tırmanmış, ayazı bir nebzede olsa kırmıştı.
Ağaçların içinde kaybolurken güneş tepeye tırmanmış, ayazı bir nebzede olsa kırmıştı.
Kasabaya gitmeyi herşeyden çok istiyordum
ve sanırım küçük evimi çok özlemiştim. Yalnız odamda, ateş sönmüş, çorba
soğumuş olmalıydı. Hem acıkmış hemde yaralanmıştım. Tam da bir erkeğin olması gerektiği gibi dimi..
Bugün, saman sayfalara yazacak çok şeyim ve
daha kasabada bulmam gerken bir genç
adam vardı..
Kapıdan geçerken turtaları mideye
indirmiş bekçiyle, önlüklü bağıran bir kadın kavga ediyordu.
Adamın gözü son anda bana takıldı.
..Hafifçe gülümsedim..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)